Kamboçya’ya gelip Phnom Penh’de (Kamboçya’nın başkenti) Hindistan için vize başvurusu yaptıktan sonra pasaportumu alabilmek için beklemem gerekiyordu. Ben de bu süreyi Angkor Wat’ı ziyaret ederek değerlendirmeye karar verdim.
Hayat, yolumu bu seyahatte Kamboçya’ya düşürene kadar bir gün burayı ziyaret edeceğimi hiç düşünmemiştim. Hani hep diyorum ya çok şanslıyım diye. Gerçekten çok şanslıyım. Tayland’tan Hindistan’a gitmek için hayat beni buralara kadar sürükledi. Nasıl bir hediyeyse bu artık, çok seviliyor olmalıyım 🙂
Bu defa Phnom Penh’den servis aracı kıvamında bir minibüs ile geldim Siem Reap’e. Oteller bölgesi denen yere ulaştığımda hızlıca otelimi bulup çantamı odaya attıktan sonra keşfe çıktım. İçim pır pır, çok heyecanlıydım. Etrafı gezerken çok sesli sokak barları, yoğun turist kalabalığı içinde adım atmaya çalışan çarşı insanları ve turistsen herşeyi yapmakta özgürsün anlayışı ile sarhoş olup kendini ordan oraya atan Rus turistleri ile kalabalık bir bölge oteller bölgesi. Ben daha otantik ve mistik bir yer beklerken turistler için kurulmuş çok sesli bir Teksas kasabasında kendimi bulacağımı bilmiyordum 🙂 Ama merak etmeyin heryer böyle değil sadece bulunduğum bölgenin sokak barları yüzünden ilk gece böyle bir izlenime kapılmışım.
Hava kararmaya başladığında Hint yemeklerini çok özlemiş olmalıyım ki bir Hint restoranına attım kendimi. Ardından otele yakın güzel bir spa bulup uyku öncesi masaj yaptırdım. Bu bölge spa merkezleri konusunda oldukça gelişmiş. İnanılmaz güzel spa salonları var.
Sabah olduğunda ilk işim tüm gün kiralayabileceğim bir tuk tuk (motorsikletli taksi) bulmak oldu. Bölge çok geniş olduğundan ve buranın sıcağı ile güneş altında yürümenin çok zor olacağından bisiklet tercihini direk eledim. Tuk tuk şöförüm çok sevimliydi bütün gün birlikte vakit geçireceğimiz için bu ayrıca mutlu etmişti beni. Şöförle konuşurken otelden bir gece önce tanıştığım bir kız da bana katılmak istediğini söyledi ve böylece iki kız Angkor Wat bölgesine doğru yola düştük.
Angkor bölgesi, Siem Reap şehrinin kuzeyinde yemyeşil bir alanda yer alan içinde yüze yakın tapınak, mezar ve kalıntıların bulunduğu 1.000 kmlik bir alan aslında. Angkor Wat ise bu bölgenin içinde yer alan en göz kamaştırıcı tapınağının adı. Bu ikisi birbirine karıştırıldığı için o bölgeye gittiğimizde sadece bir tapınak görüp döneceğimizi düşünüyormuş yol arkadaşım. Bu yüzden neden bu kadar erken yola koyulduğumuzu da anlamamış baştan. Fakat 1.000 km alanda yüzlerce farklı tapınaklar ve kalıntıların olduğu bu bölgenin hepsini tek tek gezmek isterseniz günlerinizi ayırmanız gerekir.
UNESCO dünya mirası listesine girmiş olmasına şaşırmamak lazım. Böylesine bir güzelliği daha önce keşfetmemiş olmaktan biraz da utanmıyor değilim.
Henri Mouhot, kitabında “görülmeden ölünmez” diyor Angkor Wat için.
Açıkçası bana sorsanız ben de buraya gelip bir gün doğuşunu ve batışını izlemeden ölmeyin derim.
Angkor bölgesi içinde irili ufaklı bir çok tapınak var demiştim. Tuk tuk şöferleri turistleri bu bölgeye sıkça götürdüklerinden bir büyük bir de ufak tur çizmişler. Biz ufak olanı aldık. Çünkü diğeri koştura koştura bir tapınaktan diğerine yarış yaptığın bir tur gibi görünüyordu. Biz de yol arkadaşım ile çok tapınak görmektense her gittiğimiz yerde daha uzun zaman geçirmek istediğimizi düşünerek ufak olanı, yani daha az tapınağı ziyaret eden turu seçtik.
Bölgeye vardığınızda bir kapıdan geçiyorsunuz ve burada günübirlik, üç günlük ve yedi günlük biletlerden birini satın alabilirsiniz. Benim zamanım kısa olduğu için ve ziyaret etmek istediğim başka yerler de olduğu için günübirlik olanı aldım.
Angkor Wat’a yanaşırken uzaktan bakmak bile büyülenmemize yetti. Tuk tuk şöförünün yanaşmasını beklemeden neredeyse araçtan atlayacaktık. Bu ani hızlanmadan sonra yoganın getirdiği alışkanlıkla arkadaşıma “adımlarımızı yavaşlatıp bu eşsiz manzarayı içimize çekebilir miyiz” dedim. O da halinden çok memnun bir şekilde birlikte durduk ve Angkor Wat’ı önce uzaktan izledik.
Angkor Wat dünyanın en büyük Hindu tapınağı olarak inşaa edilmiş 13. yüzyılda da Budist olarak kimlik değiştirmiş. Tabii buna karar veren insanlar. Angkor Wat’ın bundan haberi bile yok 🙂
Diğer tapınaklara nazaran en iyi muhafaza edilenlerden biri. Ve görkemi ile en etkileyici olanlardan. Büyülenerek tapınağın bir bölümünde yarım saat göz yaşları içinde meditasyon yapmama sebep olan bambaşka bir enerjisi var.
Her bir tapınağı ayrı ayrı anlatmayacağım ama yine beni etkileyen ve içlerinde mutlaka görülmesi gerektiğini düşündüğüm diğer bir tapınak ise Ta Prohm.
Ta Prohm diğer bir çok tarihi yapının aksine bulunduktan sonra olduğu gibi bırakılan ve etrafındaki ağaçların ele geçirdiği kalıntılardan oluşan bir tapınak.
Gördüğünüzde doğanın gücünü hissederek irkilmemek elde değil. Her bir tapınağı burası benim diyerek ele geçiren asırlık dev ağaçlar gözlerinizin kamaşmasına neden olacaktır. Dev kökleri ile bir yolunu bulduğu her yeri kendi himayesi altına almış. Agelina Joli’nin de Kamboçya’ya aşık olduğu Thomb Raider filminin geçtiği tapınakmış burası.
Her bir yerinde ayrı zaman geçirip dua odalarının içine girmek mümkün. Bir ağacın kökleri ile ele geçirdiği tapınağın içine girdiğinizde hem ağacın gücünü hem orada daha önce yaşamış uygarlıkları, tapınağın enerjisini hissedebiliyorsunuz. Muazzam bir deneyimdi benim için.
Her bir tapınağın hikayesi ayrı. Dört asır boyunca kendi kaderine terkedilmiş ve doğa tarafından sarıp sarmalanmış bu topraklar Khmer yerlileri ve bölgeyi ziyaret eden bazı batılılar tarafından bilinse de yazının başında sözü geçen Henri Mouhot’un tarafından kaleme alınan kitap sayesinde ünlenmiş.
Angkor Wat’ın içinde gün batımının çok kalabalık olduğunu öğrenince güneşi batırmak için başka bir alternatif aramaya koyulduk. İnsanlarla üst üste güneşi izlemektense daha az ünlü bir yere gidebiliriz diye düşündük. Tuk tuk şöförümüz bize Phnom Bakheng Temple‘ı tavsiye etti. Oraya vardığımızda az zamanımız olduğundan orman içinden yukarıya koşar adımlarla tırmandık. Gün batımı izleme platformlarında bir çok insan yerini almıştı biz de platform dışında uygun bir yere oturarak güneşin yer yüzü ile buluşmasını seyre daldık.
Hayatın en çok korkulan ve aynı zamanda en çok sevilen yanı süprizlerle dolu olması sanırım. Aslında süprizlerle dolu bir öyküde yol alıyoruz. Her an bambaşka bir mekanda hiç tanımadığınız biri ile gün batımını seyredebilir ve bunun için hayata şükredebilirsiniz.
Muazzam bir gün batımının ardından otelimize varmak için tuk tuk şöförümüzü bulduk. Yol boyunca ona yaşadığımız deneyimleri anlatmaya çalışırken adamın bunlardan usanmış olacağını aklımızın ucuna bile getirmedik 🙂
Akşam yemeğini yol arkadaşım ve otelde bizimle birlikte kalan bir kaç kişi ile birlikte canlı müzik yapan İtalyan bir restoranda yedik. Kamboçya’ya gelmişsin neden İtalyan restoran diye sorarsanız gruba uydum diyebilirim. Ama ne iyi etmişim. Çünkü Fransız bir kırmızı şarap ile enfes bir İtalyan pizzasını Amerikan müziği yapan bir ortamda bir İngiliz, iki Fas’lı, Bir Finlandiya’lı ile birlikte yerken temel fıkrası kıvamında bir gece geçirdim 🙂
Tüm bunlar dün yaşandı. Bugün ise bu yazıyı kahvaltı yaptığım bir restoranda yazıyorum. Birazdan otobüsüm gelecek ve bir balıkçı köyünü ziyarete gideceğim.
Siem Reap’den Sevgiler